15 Mart 2010 Pazartesi

ŞEHİR



“Bir başka ülkeye bir başka denize giderim.” demiştim. Bundan daha iyi bir başka şehir bulunur elbet. O ülkeyi de o denizi de bulmuştum. Artık gönül rahatlığıyla buradan kaçabilirdim.
Hiç vakit kaybetmeden dışarı çıktım. Kocaman, şık, pahalı bir valiz satın aldım. Daha önce alışveriş yapmadığım, önünden geçerken vitrinine dahi bakmadığım bir mağazadan doldurdum içini, hiç de tarzım olmayan giysilerle. Yeni açılmış bir kuaför dükkanına girdim, yıllardır ilk defa saç şeklimi değiştirdim.
Eve geldiğimde yeni valizi kapının önünde bıraktım. İçeriye girerse ona benden bir şeyler bulaşır diye korkmuştum. Çünkü her şey mükemmel olmalıydı. Bu kez gerçekten kendimi terk ediyordum.
Yatak odasına gittim. Eski valizlerin kimi yatağın altına sığınmış kimi de gardrobun üzerine saklanmıştı, zorla yerlerinden çıkardım. Bütün ağırlıklarına rağmen içleri boştu. Hava kararmıştı, ışığı açtım, aynanın karşısına geçtim. Yüzümdeki maskeleri tek tek çıkarmaya başladım. Yatağın üzerinde biriken maske yığını valizlerden birini doldurmuştu. Kapağını zorlukla kapatıp kilitlediğim valizi arka bahçeye fırlattım. Gardroba gittim, içinde ne varsa çıkarıp onları da başka bir valize yerleştirdim. Yine aynanın karşısına geçtim ve beni ben yapan ne varsa çıkardım kendimden. Üzerimde mutsuzlukla suçlanmış, umutsuzlukla kirlenmiş hiçbir şey kalsın istemiyordum.
Arka bahçe üst üste sıkıca kilitlenmiş eski anılarla doluyordu. Bense yakama yapışan yazgıyı oradan kazımaya çalışıyordum. -Bir ceset gibi gömülü- kalbimi torbasına koydum. Aklım daha ne kadar kalacaktı bu çorak ülkede. Yüzümü nereye çevirsem nereye baksam kara yıkıntılarını görüyordum ben de ömrümün, boşuna bunca yılı tükettiğim ülkede. Arka bahçem içine kimlikler, kişilikler doldurulmuş valizlerle bir yangın yerini andırıyordu ve ben uçağa binmeden önce son kez bildiğim şarkıları ve şiirleri unutmuş numarası yapıyordum.
Uçak havalandığında artık bambaşka bir insan olmuştum. Pencereden bulutlara bakarken kendimi tanımıyordum. Yeni ülkeye giderken başka birçok ülkenin de varlığına şahit olmuştum, adını unuttuğum denizlere bakarken. Uçaktan inişim, uzun tren yolculuğu, kulağıma çalınan farklı lisanlar, beni karşılamaya gelen hiç tanımadığım uzun, beyaz kız:

- Hi, I am Katja! Are you Ayziyıl, right?
- Ayziyıl? Yes, my name is Ayziyıl. I am glad to meet you Katja.
- I am pleased to meet you too. Let’s go to the appartment.

Bu kez kendimden kaçtığıma gerçekten ikna olmuştum. Yabancı bir isim, kulağıma yabancı… İşte yabancı bir ayna, karanlık, hissiz bir oda, odanın bir köşesine azametle kurulmuş valiz; aynadaki kız, yabancı… Hiçbirini tanımıyordum, etrafıma anılar üşüşmüyordu, sararmış fotograflar yok. Soğuk yatağa oturdum, aklıma ne bir şarkı ne de bir şiir geliyordu. Kendimden kurtulmuştum.
Oda havasızdı. Pencereyi açmak için ayağa kalktığımda tanıdık bir ses duyduğumu sandım, herhalde yanılsamaydı. İçeriye temiz hava doldurup gerçekten yabancı bir manzaranın tadını çıkaracaktım. Elimde Katja’yla beraber aldığımız günebakanlı ve pirinçli, sert, kahverengi, epeyce ekşimsi ekmeği kemirirken heyecanla gözlerimi açıp kendimi camdan aşağı bakmaya zorladım. Ekmek boğazıma kaçtı, kanım dondu adeta, inanamadım. Karşımda uzanan gökyüzü biraz farklı gözükse de arka bahçeme bakıyordum; o eski valizler, o yıkık dökük yer. Yine başaramamıştım. Yan odadan gelen müzik sesi tuhaf bir biçimde tanıdıktı. Bildiğim şarkıların tümü silinmişse de aklımdan, o sesi nerede duysam tanırdım. Biri Ezginin Günlüğü dinliyordu. Birden bire şiirin sonunu hatırladım:
“Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın,
Bu şehir arkandan gelecektir,
Sen yine aynı sokaklarda dolaşacaksın,
Aynı mahallede kocayacaksın,
Aynı evlerde kır düşecek saçlarına,
Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda,
Başka bir şey umma,
Bir gemi yok, bir yol yok sana,
Ömrünü nasıl tükettiysen burada, bu köşecikte,
Öyle tükettin demektir bütün yeryüzünde de.”
Ve işte o an anladım.

1 yorum:

Adsız dedi ki...

bu bir masal değil lütfen düzeltin bu bir hikayedir

Yorum Gönder