3 Eylül 2010 Cuma

Noktalı Virgül...

Biraz üşütüktüm;
Ama çok değildi elbette...


I.A.

30 Ağustos 2010 Pazartesi

İzlence...

İzliyorum seni,
Sanki benimmiş gibi.
Oysaki kendin bile değilsin.
Bu aslında takip değil,
İzlence.

I.A.

Roman/tik/ - Bölüm 3

Kristal bir fanusun içindeydi. Gördü, kilden, atmıyordu kalbi. Kristali kırdı, şimdi ellerindeydi kalp. Üzerine yapışan yılları kazıdı tırnağıyla, kanı akmadı; ama canı acıdı. Kil bana mısın demedi, yıllar izin vermedi bulmasına, kalbin içinde. Kilin katmanları vardı; kimi yerlerde hüzünler, ölmekten beter eden acılar; aşkın olduğu yerler pıhtılarla kaplanmıştı. “Açık yaram yok.” dedi, “Oh, ne iyi.”. “Her şeye rağmen öndeyim hoyrat ellerden, kendi yaralarımı ben kapattım, gözyaşımla yoğurduğum killerden.”
“Onun ne suçu var ki…” diye düşündü, ağlayamadan… “Ben sadece kendi şanssızlığımı yaşıyordum, masumdu o. Beni ne görüyor ne de duyuyordu. Ayrı hayatlardı bizimkisi, kırık… Zaman zaman birbirine karışan yalnızlıklarımız dışında hiçbir şeyi paylaşmıyorduk. Paylaşmayan bendim, o değil. Onu yok ettim, başkaları elimden almasın, kimse için atmasın diye…

Şiirleri hatırladım, hep unuturdum.
Ve aslında hiçbir yol A kentine çıkmıyordu.
Ben yoktum.
Bir karakter olarak ben yoktum.

Hiç-
/ti/m.

I.A.

26 Ağustos 2010 Perşembe

Yalnız...

Gece indi,
Hatırladım.
.
....
..
...
......
o kadar hikayenin arasında
Ben

-Yalnız-

-Ben-

Seni anlatmak istedim.

I.A.

24 Ağustos 2010 Salı

Şiiriyat

Ne garip
Yazmak için mutlu bir şiir aradım;
.....
.....
.....
.....
.....
.....
Bulamadım.

I.A.

14 Ağustos 2010 Cumartesi

Mesela

Kız: Mesela sadece gencim ben,
Güzel değil...

Ayna:Böyle genellemeler yapmak için çok erken,

Kız:Olabilir...

Olric: Susmasın!

I.A.

31 Temmuz 2010 Cumartesi

NAAT

Kendi
mutlu sonumu
yazmama
izin vereceksen
tanrım,
Bırak da
O'nu
kendime
saklayayım...

I.A.

6 Temmuz 2010 Salı

Samsa

Yalnızlık tuhaf,
Ölüyor tüm böcekler yuvalarında,
Samsa dahil.
Ben bir kuyudayım rüyalarımda,
Bir bir toplayıp salıyorum ölüleri rüzgara,
Kelebek oluyorlar,
Samsa dahil değil.

I.A.

18 Mayıs 2010 Salı

Gevezelik...

Senin ağzından aşk mektupları yazıp,
Okuyorum kendime.
Ne kepazelik!

I.A.

12 Mayıs 2010 Çarşamba

Soruların...

Basit cevapları vardı,
Üstüne basıp geçtiğin.

I.A.

10 Mayıs 2010 Pazartesi

İkimiz...

Yazıldığında,
Biter bu masal.

I.A.

Sen...

Nasıl bir yanılgıydı gerçekten,
Bile bile kuyusuna düştüğümüz?
Oysa bütün dinler kabul eder ki
Masumdur Yusuf.
Peki ya diğerleri?

I.A.

29 Nisan 2010 Perşembe

Ben...

Ve ben günler gibi uzun uzun yazmak isterdim sana,
Zamanın gün geçtikçe kısaldığına aldırmayarak.

I.A.

25 Mart 2010 Perşembe

Roman/tik/ - Bölüm 2

Kim olacağıma karar veremediğimden olsa gerek -zira kafamda yarattığım tek bir karakter yoktu ve herhangi birini seçip o olmak çok zordu- başka biri olduğum düşüncesinden sıyrılıp bir anda kendim oldum. (Bu kadar kolaydı, evet…) A kentinden kalkan otobüs bu arada, orada olduğunu tam üç sene sonra fark ettiğim ve göl diye çağırılmaktan hoşlanan tuz birikintisini çoktan geride bırakmış ve varış istikametimiz olan diğer A kentine yaklaşık üç saat uzaklıkta bulunan bir diğer A kentinde duraklamıştı. Bütün bu A kentlerinin aynı doğru ya da doğrultu üzerinde bulunuyor olması şimdiye kadar ÖSYM tarafından sorulmuş ve henüz sorulmamış; ama sorulacağına kesin gözle bakılan hız ve yol problemleriyle dalga geçiyordu.
Sözkonusu A kentinin sadece bir mola noktası olduğunu sanmayın. Bu kent aslında anlatacağımız hikayenin kahramanlarının hayatlarında önemli bir rol oynuyor olabilir. Şu ana dek oynamadıysa da kahinler tarafından üç vakte kadar oynayacağı öngörülmektedir. Bu üç vakit, belki üç asra bile tekabül edebilir. Maya takvimleri ve Nostradamus ise bu kehaneti onaylamazlar. Çünkü Mayalar hakkında kesin kehanetler yoktur. Nostradamus da bütün Nietzcheler gibi septiktir ve septikler, kuyusuna bile düşseler aşkı reddederler. Hikayenin septik kahramanı bir alfabenin hep gözden kaçırılan bir harfiyle başlayan bir kentinde bahsi geçen A kentlerinden birinden bir aşka inanmayana gönül düşürür. Belki de bu roman aslında o andan başlamalıdır.
“Bir romanın kaç başlangıcı olur?” diye içinizden söylendiğinizi duyuyorum da neden olmasın, neden bir roman bir, iki, üç, dört, beş (ve sonsuza gider…) noktadan başlamasın? Merak etmeyin üç ayrı öykü ya da üç ayrı karakterden bahsetmiyoruz, sıradan postmodern romanların son derece normal yazarları gibi duvara toslatmak değil sizi niyetim. Bütün bir hikayeler bana ait ve nereden başlayacağımı bilmiyorum, evet… Bu yüzden bir çok yerden başlıyorum anlatmaya. Hangisinin gerçek başlangıç olduğuna da siz karar verin. Bir alıntıyla açıklamak da gerekirse (bakın klasik yazarlar gibi davranacağım tam da bu noktada): “Zira bütün bu anlattıklarımı gözümle gördüm. Kim bilir, belki de onları görürken yanılmış olabilirim; fakat aldatmıyorum.”

22 Mart 2010 Pazartesi

Deniz İçin ya da Modern Bir Cehennem Monologu

"Nasıl büyüdüğümüzü bile anlayamadan çarçabuk geçiyor hayat." yazmış Deniz. Bence anlıyoruz, yol yol izler bırakıyor, beyazlamış saçlar kalıyor ardında... Karakalem çizdiklerimizi Milan marka silgiyle blurlaştırıyor, unutmuş numarası yapıyor, yeni ve temiz bir sayfaymışçasına yeniden eskizler çizmeye başlıyoruz, sonra karışıyor çizgiler. Geride bırakılmış bir sürü karalama... Birileri adına "hayat" demiş diye inanıyoruz biz de. Oysa ne demişti Sartre: "Başkaları cehennemdir.".
Zamanında yaratılmış cehennemlerin kalıntıları üzerine yeni yeni cehennemler inşa ediyoruz ve başkalarının cehennemlerine komşu oluyoruz. Ne olduğunu anlamadan çok bilinmeyenli okullara gidip yine o başkalarının gerekli gördüğü şeyleri ezber edip bir baltaya sap oluyoruz ya da durun yahu, biz öyle sanıyoruz. Bizim bir şey olduğumuz yok, olduruluyoruz, baktılar ki olmuyor öldürülüyoruz.
Aşık oluyoruz, bir nevi modern cehennem ortaklığı... Kandırıyor, kandırılıyoruz. İki kanmış, kişisel cehennemimize ikimizin de en iyi (sandığımız) parçalarını alacağını umduğumuz yeni cehennemlikler katıyoruz. Tabii onların fikrini almıyoruz, zira yaşadığımız cehennemi başkaları da yaşasın, benciliz; vurguluyorum, sencil ya da oncul değil; bizcil, sizcil hiç değil. Hatta Türkçede ve Nostratik Teori'nin akraba gördüğü veya görmediği hiçbir dil ailesinde böyle kelimeler de yoktur, olamaz, birkaç harfle de olsa kalıbımı basarım. Nostradamus da bunları hiçbir kehanetinde söylememiştir.
Velhasıl lafı uzatmayalım. Karakalem blur çizgiler, yol yol beyaz saçlar, komşu ve kişisel cehennemler, kandırmış, kandırılmış ve kanmışlar, hepimiz bir gün ölüyoruz. Nereye mi gideceğiz? Aslında şimdi durduğumuz yerden çok da farklı bir yere değil. Bildiniz mi?
Evet.
Cehenneme...
(Ve ölünce denize atmayı unutmayın...)

18 Mart 2010 Perşembe

Roman/tik/ - Bölüm 1

Tekerleğin icadıyla uzaktan yakından bir ilgim olmasa da sık sık tekerlekleri düşünürüm. O gün de bir A kentinden B kentine yol alan araçlardan bahsetmeyi alışkanlık haline getirmiş hız problemlerinin aksine bir A kentinden diğer bir A kentine yol alan bir otobüsteydim. Rutin otobüs yolculuklarından biri olduğunu sanıyordum elbette bunun da. Her zamanki gibi kafamda durmadan dönen düşünceleri susturup normal hava ve yol şartlarında yedi saat süreceği söylenen yolculuğun hiç değilse bir kısmında uyumaya çalışıyordum.

Yine uyuyamadım haliyle ve şimdi bütün yazılanlar geri alınmalıydı. Yok, kaza ve kaderden bahsedecek değilim burada ama anladım ki başlamak istediğim yer burası da değil. Biliyorum, yazar kaprisi olarak algılayacak ve bu kitabı elinden bırakmaya meyil edeceksin okuyucu… Oysa ki ben bir yazar değilim. Öyleyse nedir bu sayfalar dolusu diyeceksin, anlatacağım, bekle...


O gün ben de anlamamıştım. Her zamanki kırgınlıklarımdan biri sandım onu da, bir kapıdan içeri girdim ve nefesimi tuttum, onu gördüm; onu gördüm, nefesimi tuttum. Hangisi önce, hangisi sonra oldu bilmiyorum; ben sadece her ikisini de yaşadığımı biliyorum. Paramparça oldum, hiç sebebi yokken.

Bazen o otobüste giderken bir anda aslında başka biri olduğumu ve bunların hepsini uydurduğumu düşünüyorum ya da kim olduğumu hatırlamıyorum. Sebebi sürekli içinde bulunduğum o teknik kaygı belki de: kurgulama tutkusu. Buna kendimi kaptırıp o koltukta hayatıma bakıp kurgudaki aksaklıkları bir bir seçiyor ve düzeltiyorum; kendimce... Psikiyatride bu duruma verilen bir çok isim olabilir; ama kayıtlı vakaların hiçbirine uymadığımı bilecek kadar hakimim, kurguya.


Bir romana böyle de başlanmaz ki… “Bana ne?” deyip geçtiğinizi, sinirle sayfaları hızla çevirip başka bir insanın acısından kaçmaya çalıştığınızı görür gibiyim; kendi acılarınız o kadar çok ki bir başkasınınkini de yüklenmek zor gelecek size. Kaçıyorsunuz… Peki…

Bir Kutup Hikayesi

                                                           "Anlamdan hep kuşku duy."

Onu çocukluğumdan beri tanıyordum. Babamın, annemin kalbini kazanmak için topladığı en güzel çakıl taşlarıyla bezenmiş yuvamızın yanındaki evde oturuyorlardı. Babalarımız balık avlamaya birlikte gider, annelerimiz gündelik işleri birlikte yaparlardı.
Uzun kutup geceleri bitip de güneş yükseldiğinde ailelerimiz yiyecek toplamak için uzun yolculuklara çıkarlardı. Annem giderken beni ona emanet ederdi. Onlar yokken dondurucu soğuktan ve çeşitli saldırılardan korunabilmemiz için bütün yavrular bir araya toplanır, sıraya girer, aramızda hiç boşluk kalmamasına dikkat ederek çember şeklinde tüyden bir duvar olurduk. Ailelerimiz ufukta kaybolunca korkudan ve soğuktan titremeye başlayan diğer yavruların aksine biz hemen çemberden ayrılır, donma tehlikesini umursamadan denize atlar, buzun üzerine karın üstü uzanıp ne kadar hızla kayabileceğimizi keşfetmeye çalışırdık.
Bütün yaramazlıklarda ortaktık. En büyük eğlencemiz gün boyu yüzüp iyice yorulduktan sonra karaya çıkıp, bütün gün buzun üstünde uyuklayan yaşlı karşı komşumuz Bilge Fok’a sessizce yaklaşıp bıyıklarını çekerek onu kızdırmaktı. Bunun üzerine yerinden fırlayan Bilge Fok bize kuyruğuyla canımızı acıtmayacak hafif bir şamar sallardı. O beni bu yalancı şamardan bile korumak istercesine hemen öne atılırdı.
Aslında hepimiz birbirimizin aynısıydık. Ama ben onun çok özel olduğunu biliyordum. Güneşin hiç doğmadığı o karanlık gecelerde, babamın bütün itirazlarına rağmen evden gizlice ayrılır, onunla buzun kıyısında buluşur, suya dalar, saatlerce konuşurduk. Ben ona Bilge Fok’un anlattığı sıcak denizlerde yüzme hayallerimden bahsederdim, o da bana seçeceği eş için toplayacağı en güzel çakıl taşlarını anlatırdı. Bu arada etraftan topladığı buz parçalarıyla kabukları birleştirerek bir halka yapar ve boynuma iliştirirdi. Bizim için eş seçme zamanı yaklaşıyordu. O, ne kadar ısrar etsem de bana karar verdiği eşin kim olduğunu söylemezdi; ama bilmesem de ben o kızı çok kıskanırdım. Onun gibi mükemmel birinin çakıl taşlarını hak edecek kız onu nasıl tanıyacaktı ki, onu benim gibi anlayacak mıydı? O, o kız için de bu tuhaf halkalardan yapıp, kızın boynuna asacak mıydı? Buna dayanamazdım. Öyle ya onun şarkısına herkesten iyi cevap verebilirdim, sesini kilometrelerce uzaktan bile tanıyabilirdim. En güzel ve en farklı dişi penguen değildim belki, dedim ya hepimiz birbirinin aynısı, o sıradan, fazlasıyla resmi siyah-beyaz elbiselerden giyiyorduk ve aynı komik yürüyüşü paylaşıyorduk. Ahenkli ve etkileyici bir sesim olduğunu düşünüyordum; ama bütün dişilerin sesleri vardı sonuçta. İçin için onu sevdiğimi fark ediyor ve beni seçmesini diliyordum. Diğer dişilere bakıyor, zaman zaman kendi halime, zaman zaman da onlara kızıyordum. İçimden hepsini bozuk balıkla zehirlemek bile geçiyordu; ama yapımızda yoktu ki, biz penguenler barışçı yaratıklardık.
Aradan mevsimler geçiyor, uzun günler uzun gecelere dönüyordu. Bu bizim için hem güneye, daha sıcak yerlere göç etme zamanının hem de eş seçme zamanımızın geldiğinin habercisiydi. Ben dişi bir penguen olduğumdan seçen değil, seçilen olacaktım; bu da beni üzüyordu.
Sonunda o büyük gün geldi çattı. Biz dişiler şarkılarımızı prova ediyorduk, erkekler de çakıl taşı toplama telaşındaydı. Herkes en güzel şarkıyı söylemeye çalışıyor, en güzel çakıl taşını bulmaya uğraşıyordu. Saatler ilerledi ve hepimiz bir araya toplandık, dişiler şarkılarına başladı. Heyecandan sesim boğuklaşıyor, doğduğumdan beri kutupta yaşamamış gibi titriyordum, etrafımı görmüyordum. Şarkımı bitirdim, asırlarca sürdüğünü sandığım bir sessizlikten sonra ayaklarımın önüne yavaşça bir şey bırakıldığını hissettim. Korkarak gözlerimi yere indirdiğimde ayaklarımın dibinde dünyanın en güzel çakıl taşı duruyordu, bir de tabii bir çift siyah ayak. Gözlerimi yukarı doğru kaldırıp bakmaya cesaret ettiğimde karşımda onu gördüm. Gerçekten de dünyanın en güzel çakıl taşları benim olmuştu. Evlendik, evliliğimiz diğer penguenlerin şarkılarıyla kutsandı.
Tanrı bize bir yumurta bahşetti. Ben yorgun düşmüştüm; ama yumurtamızı koruması için onun ayakları üzerine bırakıp kısa bir vedalaşmadan sonra ondan ilk kez ayrıldım, yavrumuz için yiyecek toplamam gerekiyordu. İki ay sonra yavrumuzun yumurtadan çıktığı gün ben de nihayet topladığım yiyeceklerle yuvamıza dönmüştüm. Yavrumuza on gün birlikte baktıktan sonra nöbetleşe yiyecek aramaya çıkmaya başladık. Ayrı kaldığımız günler geceleri izliyordu; ama sonunda hep eve dönüyorduk.
Bir gün penguenlerin şarkısından daha kulak tırmalayıcı bir ses duyduk, fokların çığlığına benziyordu. Dışarı çıktığımızda Bilge Fok ve ailesinin, daha önce birkaç kez bizi görmeye gelen şaşkın ifadeli, hepsi birbirinden farklı tuhaf giysiler giymiş, bizim gibi iki ayakları üzerinde yürüyebilen kocaman hayvanların saldırısına uğradığını gördük. Ellerindeki sivri sopaları fokların vücutlarına acımadan saplıyorlardı. Yavrumuzu korumak için yuvamıza girdim. Tekrar dışarı çıktığımda o, Bilge Fok’u kurtarmak ister gibi tehditkar bir tavırla buzda kayarak o kocaman hayvanlara doğru ilerliyordu. Ona engel olmak istedim; ama geç kalmıştım. O garip yaratık elindeki sivri şeyi ona doğru fırlattı ve sivri şey onun göğsüne saplandı. Artık buzda kayamıyordu, hareket de etmiyordu. Bir an göz göze geldik, cılız bir sesle benim için son kez şarkısını mırıldandı ve ebediyen sustu. Kocaman yaratıklar benim bütün çığlıklarıma rağmen onu alıp götürdüler.
Biz penguenler ilginç yaratıklarız; hepimiz birbirinin aynı elbiseler giyer, birbirine benzer sesler çıkarır, her şeyi bir uyum içinde yaparız. O gün bugündür ben susuyorum.

16 Mart 2010 Salı

Sihirli Ayna ile Kurbağa Prens

Ne varmış ne yokmuş. Külkedisi’nin arabası balkabağına dönmeden, Hansel’le Gratel ekmek kırıntılarının peşine düşmeden kötü kalpli cadı tarafından kurbağaya çevrilen yakışıklı prensin hikayesini bilirsiniz.
Bizim Kurbağa Prens öyle küçük oyunlarla gerçek bir prensesten gerçek bir öpücük elde edemeyeceğinin nihayet farkına varmış ve yollara düşmüş. Ne az ne uz gitmiş aslında, bakınırken yakınlarda bir dere görmüş. Ümitsizlikle dere kenarında kendine kendi gibi pörtlek gözlü, hafif topluca; kısaca boyu boyuna, huyu huyuna bir kurbağa prensescik bulmaya iyiden iyiye karar vermiş aranırken derenin içinden cılız bir ses duymuş:
- Bir varmış,
Bir yokmuş.
Kurbağacık etrafa, sağa sola bakınmış; ama kimseyi görememiş. İncecik sesiyle:
- Bana mı dediniz? Demiş.
- Bir varmış,
Bir yokmuş.
“Bütün bu hallere düştüğüm yetmezmiş gibi şimdi de kendi kendime masal anlatıyorum. Ne rezillik!” diye o kendi kendine söylenedursun, ses yine duyulmuş:
- Yine mi aynı mesele,
Evvel zaman kalbur saman,
Hep bunlardır anlatılan,
Benim de var bir geçmişim,
Sanki sihirli ayna olmayı ben mi seçmişim?
Kurbağa Prens konuşanın bir başkası olduğunu anlayınca çok sevinmiş, dereye doğru eski bir dostu görmüşçesine eğilmiş.
- Siz Pamuk Prenses’in üvey annesinin sihirli aynası olabilir misiniz? Belki de siz beni düştüğüm bu durumdan kurtarabilirsiniz, demiş.
- Doğru ya, Pamuk Kız’la üvey anne…
Yıllardır hep sordular bana,
“Ayna ayna söyle bana!”
Hep gerçeği gösterdim ben,
Ama kimse sormadı beni bana.
- Hiç merak etmemiştim gerçekten, demiş Kurbağa Prens. Sahi, ayna kardeş tanışalım. Ben yakışıklı, hayır prens, esasen Kurbağa Prens… Herhalde masalımı duydunuz, demiş.
Ayna:
- Masalını duydum ama
Ben de varım bu masalda,
Diyorlar ki ayna ayna,
Benim de var bir masalım,
Neden yok ki kendi adım?
- Madem dertlisin anlat bakalım, demiş Kurbağa Prens. Ben masalları severim.
- Aslında bu masalın en yalnızı benim,
Güzellerle dolu etrafım ama ne yazık ki mermerim,
Yok ki benim başka eşim.
İzin verin anlatayım,
Kimim neyim söyleyeyim,
Benim de var bir masalım,
Bildiğimce aktarayım.
Bunun üzerine ayna sesini değiştirerek anlatmaya başlamış:
- Bundan çok çok daha uzun seneler evvel, çok çok bir uzak ülkede, Narkissos adında bir delikanlı yaşarmış; bir ırmak ile bir perinin oğluymuş. Öyle güzel, öyle göz alıcıymış ki onu gören herkes, hatta tanrılar bile ona aşık olurmuş. Ama Narkissos aşktan hiç anlamayan, bencil bir delikanlıymış; kendinden başka kimseye gönül vermezmiş. Onu sevip de derdinden perişan olanlar toplanıp tanrılara şikayete gitmişler. Evrende kendilerinden daha güzel bir varlık bulunmasına tahammülü olmayan bir iki tanrının da ısrarıyla Narkissos’un cezalandırılmasına karar verilmiş ve ona bir tuzak hazırlamışlar. Narkissos birgün derede kendi aksini görmüş ve ona aşık olmuş, sonra da dereye atlamış ve boğulmuş. Vücudu çürümüş, yerinde göze benzer bir çiçek bitmiş ve bu çiçek bütün güzellere baygın baygın bakar olmuş.
Bu kadar anlattım sanmayın tamam,
Ölünce bu güzel insan,
Ne kalbur var ne de saman,
Anlatayım tastamam, deyip yine sesini değiştirerek anlatmaya devam etmiş:
- Zeus, onun gibi bir güzelin bu dünyadan yok olmasına çok üzülmüş ve onun anısına sihirli bir ayna yaptırmış, bu ayna kendisine sorulduğunda konuşur ve dünyadaki bütün güzellerin yerini bulup gösterebilirmiş. Ayna, Narkissos’un akrabalarına miras olarak verilmiş ve yüzyıllar boyu elden ele dolaşmış.
İşte benim sihrim buradan,
Gördüklerim değil yalan,
Güzelliğinden emin olan,
Korksun bundan, korksun bundan.
Gördüğüm hep onun çok güzel olduğuydu,
Kalbini ise bir boşluk doldururdu,
Aslında ne kötüydü ne de sevgisiz,
Güzelliği çelmişti aklını, belki biraz bilgisiz.
Bütün eğlencesi bendim, yoktu başka sırdaşı,
Kırılmıştı köşkünün rengi solmuş sırçası.
Sihirli bir güzellik her gören büyülenir,
Ama kimse sevmez onu, hiç bilmez ki niyedir,
Kalbi biraz kibirden fazlasıyla kararmış,
Yalnız ve acıyla hem solmuş hem sararmış,
Kurtulunca Pamuk Prenses o zehirli elmadan,
Girdi kara odaya deliliği abarttı.
Hiç açmaz ki kalbini,
Bu, aynanın sancısı.
Tacı tahtı boş verdi, güzelliği bıraktı,
Güzellerin peşinde, çok hayatlar karartı.
Sen de onlardan birisin işte Kurbağa Prens.
Bu duyduklarını sadece masaldan ibaret sanıp da öyle dinleyen Kurbağa Prens duyduklarına inanamamış, sinirle:
- Demek öyle, demiş. Peki, seni nasıl burada bıraktı?
Ayna:
- Bir gün aldı beni karşısına sorgusuz,
Baktı bana uzun uzun korkusuz,
Kaldırdı yerimden ağırlığıma aldırmadan,
Attı beni dereye hiç pişmanlık duymadan.
O günden beri ben de sevmez oldum onu,
Anladım ki iyileşmez, kötülük onun yolu.
Beni buradan kurtarırsan sevgili Kurbağa Prens,
Gösteririm senin gerçek yüzünü,
Sihrim bozar belki üzerindeki büyüyü.
Kendine kurbağalığı yeni yeni kondurmaya başlayan prens: “Artık alıştım; ama bu şansı da geri tepmek olmaz.” diye düşünmüş ve aynayı kurtarmak için suya atlamış. Suyun dibine inince yosunlara takılmış olan aynayı görmüş, kocaman aynayı kurbağa kadar canıyla hareket ettirmeye uğraşmış. Masal bu ya, ayna birden tekrar parlamaya başlamış ve aynada kendi aksini gören kurbağa prens sudan Yakışıklı Prens olarak çıkmış dışarı, elinde aynasıyla beraber. Derenin etrafında yeniden nergisler açmış. Bu dere Narkissos’un düştüğü dere olduğundan nergis çiçekleri o zamana kadar sadece o bölgede görülürmüş.
Ayna, prensle beraber yollara düşmüş. Kraliçe’nin kötülüğünün değdiği herkesi düzeltmeye adamışlar ömürlerini. Gittikleri her yerde nergisler açmış, nergis çiçeği dünyaya böyle yayılmış. Keloğlan’a sırma saç, Yedi Cüceler’e üç karış boy veren prens Boyuna Uzayan Burunlu Kız’ı eski güzelliğine kavuşturduktan sonra onunla evlenmiş; üç büyük burunlu ama güzel kız çocukları, iki de kurbağacıkları olmuş. Sihirli aynayla beraber sonsuza dek mutlu yaşamışlar.

15 Mart 2010 Pazartesi

Yürüyüş

Onun gibi binlercesine verilen bir isimle çağırıyorlar onu: Garip. O da kendisine yakıştırılan bu ismin bütün anlamlarını taşıyor üzerinde.
Onu her sabah aynı saatte oturduğum sokaktan uygun adım bir yürüyüşle geçerken görüyorum. Adımlarındaki o alışmışlık, o tek düze tempo bana onun hayatı boyunca hiç durmadan bu yolda yürümüş olduğunu düşündürüyor. Saati hiç şaşmıyor, etrafına bakmıyor, ayağı tökezlemiyor. Hep yalnız… Tuhaf…
Üzerinde yaz-kış aynı giysiler. O uzun eprimiş, eski zaman battaniyelerine benzeyen kahverengi palto, altı aşına aşına ince bir lastiğe dönüşen her an parçalanabilecekmiş gibi görünen ayakkabılar. Bir zamanlar yeşil olduğunu cılız bir sesle anlatmaya çalışan yer yer rengi solu sarıya dönmüş gömleği, buruşuk pantolonu…
Yüzüne bakıyorum. Gür kaşları çatık, ama kızgın olmadığını hissediyorum. O sadece yorgun, bunu gözlerinde görebiliyorum. Beyaz saçları her zaman kısacık, sakallarıysa iki-üç günlük gibi duruyor. Solgun yüzünde dudakları hep suskun. Sadece o ezbere yürüyüşüne konsantre olmuş, bakmıyor, görmüyor. Gözleri hep sabit bir noktaya kilitlenmiş, bu adam hep yürüyor, hayatının tek amacı buymuş gibi, nefes almasının tek sebebi buymuş gibi. Bazen yolunu kesmek istiyorum. Ama o kadar kararlı bir hali var ki durmak zorunda kalırsa ölmesinden korkuyorum.
Yürüyüşü bana küçükken izlediğim geçit törenlerindeki askerleri hatırlatıyor. Hayalimde onu üzerindeki eskilerden kurtarıp bir asker formasına büründürüveriyorum, gülümsüyor. Uzun boyuna ve vakur duruşuna bakılırsa bu giysilere alışık, O yorgun, hüzünlü, sabit bakışlı gözlerine bir gökyüzü ve bembeyaz bulutlar yansıtıyorum. O güneşli günde yağmuru hiç aklından geçirmiyor. Elinden tutup götürmeme gerek kalmadan, alışkanlıkla uçağın pilot kabinine yöneliyor adımları, uçağı havalandırıyor. Bu rutin bir uçuş olmalı, rotayı kontrol etmeye fazla gerek duymuyor. Yardımcıya ihtiyacı yok. Gittikçe şiddetlenen yağmurla oyun oynamak hoşuna gidiyor. Kim bilir hangi denizin üzerinde yıldırımlar oyuna karışıyor. Uçak hızla düşerken koltuğun yanındaki o hep anlamsız bulduğu kolu çekiyor.
O zamandan beri hep yürüyor, yalnız başına. Onu kimse durdurmuyor. Artık hikayesi unutulmuş, garip adından başka. Sadece yağmurlu günlerde yürürken gökyüzüne bakıyor, belli, kaybettiği bir şey arıyor. Dudaklarının usulca bir kelime söylediğin görür gibi olsam da ara sıra, bunu yalnızca hayal ettiğimi biliyorum.
O her gün aynı yolda yürüyor, ama onu kimse görmüyor. Bazen yolunu kesmek istiyorum, durur diye korkuyorum.

ŞEHİR



“Bir başka ülkeye bir başka denize giderim.” demiştim. Bundan daha iyi bir başka şehir bulunur elbet. O ülkeyi de o denizi de bulmuştum. Artık gönül rahatlığıyla buradan kaçabilirdim.
Hiç vakit kaybetmeden dışarı çıktım. Kocaman, şık, pahalı bir valiz satın aldım. Daha önce alışveriş yapmadığım, önünden geçerken vitrinine dahi bakmadığım bir mağazadan doldurdum içini, hiç de tarzım olmayan giysilerle. Yeni açılmış bir kuaför dükkanına girdim, yıllardır ilk defa saç şeklimi değiştirdim.
Eve geldiğimde yeni valizi kapının önünde bıraktım. İçeriye girerse ona benden bir şeyler bulaşır diye korkmuştum. Çünkü her şey mükemmel olmalıydı. Bu kez gerçekten kendimi terk ediyordum.
Yatak odasına gittim. Eski valizlerin kimi yatağın altına sığınmış kimi de gardrobun üzerine saklanmıştı, zorla yerlerinden çıkardım. Bütün ağırlıklarına rağmen içleri boştu. Hava kararmıştı, ışığı açtım, aynanın karşısına geçtim. Yüzümdeki maskeleri tek tek çıkarmaya başladım. Yatağın üzerinde biriken maske yığını valizlerden birini doldurmuştu. Kapağını zorlukla kapatıp kilitlediğim valizi arka bahçeye fırlattım. Gardroba gittim, içinde ne varsa çıkarıp onları da başka bir valize yerleştirdim. Yine aynanın karşısına geçtim ve beni ben yapan ne varsa çıkardım kendimden. Üzerimde mutsuzlukla suçlanmış, umutsuzlukla kirlenmiş hiçbir şey kalsın istemiyordum.
Arka bahçe üst üste sıkıca kilitlenmiş eski anılarla doluyordu. Bense yakama yapışan yazgıyı oradan kazımaya çalışıyordum. -Bir ceset gibi gömülü- kalbimi torbasına koydum. Aklım daha ne kadar kalacaktı bu çorak ülkede. Yüzümü nereye çevirsem nereye baksam kara yıkıntılarını görüyordum ben de ömrümün, boşuna bunca yılı tükettiğim ülkede. Arka bahçem içine kimlikler, kişilikler doldurulmuş valizlerle bir yangın yerini andırıyordu ve ben uçağa binmeden önce son kez bildiğim şarkıları ve şiirleri unutmuş numarası yapıyordum.
Uçak havalandığında artık bambaşka bir insan olmuştum. Pencereden bulutlara bakarken kendimi tanımıyordum. Yeni ülkeye giderken başka birçok ülkenin de varlığına şahit olmuştum, adını unuttuğum denizlere bakarken. Uçaktan inişim, uzun tren yolculuğu, kulağıma çalınan farklı lisanlar, beni karşılamaya gelen hiç tanımadığım uzun, beyaz kız:

- Hi, I am Katja! Are you Ayziyıl, right?
- Ayziyıl? Yes, my name is Ayziyıl. I am glad to meet you Katja.
- I am pleased to meet you too. Let’s go to the appartment.

Bu kez kendimden kaçtığıma gerçekten ikna olmuştum. Yabancı bir isim, kulağıma yabancı… İşte yabancı bir ayna, karanlık, hissiz bir oda, odanın bir köşesine azametle kurulmuş valiz; aynadaki kız, yabancı… Hiçbirini tanımıyordum, etrafıma anılar üşüşmüyordu, sararmış fotograflar yok. Soğuk yatağa oturdum, aklıma ne bir şarkı ne de bir şiir geliyordu. Kendimden kurtulmuştum.
Oda havasızdı. Pencereyi açmak için ayağa kalktığımda tanıdık bir ses duyduğumu sandım, herhalde yanılsamaydı. İçeriye temiz hava doldurup gerçekten yabancı bir manzaranın tadını çıkaracaktım. Elimde Katja’yla beraber aldığımız günebakanlı ve pirinçli, sert, kahverengi, epeyce ekşimsi ekmeği kemirirken heyecanla gözlerimi açıp kendimi camdan aşağı bakmaya zorladım. Ekmek boğazıma kaçtı, kanım dondu adeta, inanamadım. Karşımda uzanan gökyüzü biraz farklı gözükse de arka bahçeme bakıyordum; o eski valizler, o yıkık dökük yer. Yine başaramamıştım. Yan odadan gelen müzik sesi tuhaf bir biçimde tanıdıktı. Bildiğim şarkıların tümü silinmişse de aklımdan, o sesi nerede duysam tanırdım. Biri Ezginin Günlüğü dinliyordu. Birden bire şiirin sonunu hatırladım:
“Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın,
Bu şehir arkandan gelecektir,
Sen yine aynı sokaklarda dolaşacaksın,
Aynı mahallede kocayacaksın,
Aynı evlerde kır düşecek saçlarına,
Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda,
Başka bir şey umma,
Bir gemi yok, bir yol yok sana,
Ömrünü nasıl tükettiysen burada, bu köşecikte,
Öyle tükettin demektir bütün yeryüzünde de.”
Ve işte o an anladım.

Roman/tik/ - Giriş

Bir gün bir kitap yazmaya bu kadar yakın olsaydım eminim başlayacağım yer burası olmazdı. Şimdi henüz yabancı olduğum bu iki odalı yalnızlıkta kıvrık ayaklı, tahtadan yapılma kare sehpanın üzerinde eğreti duran diz üstü bilgisayarın klavyesindeki tuşlara bu kadar bilinçsiz ama bir o kadar da hevesle vurmazdı parmaklarım, bundan da eminim.
Yazmak için çoğu insan gibi ilham perilerini değil de ilham cadılarını tercih ettiğimden sözcüklerle arası bozulmuş biriyim. Söz konusu cadı taifesi yıllardır semtime uğramamakta kararlı olsalar da bu gün öyle bir gün değildi, yazmak için onların gelip de beni yatağımdan kaldırmasını beklemedim ilk defa. Aslında yalan söylüyor olabilirim, çünkü planım bir gün -ki sanırım o gün bugün oluyor- hiçbir şey olmamış gibi uyanıp kurgulamaya devam etmekti. Kafamın içinde belli bir yerde takılmış, kurulu bir saat gibi /anbean/ mütemadiyen monotonca kurgulanmaya devam eden şeylerin eninde sonunda çalakalem olmasa da zihnimden taşacağı açıktı, bunu biliyor ve bilmemezlikten gelebilme yeteneğimin tadını çıkarıyordum
Peki neden bugünü seçmiştim yeniden kurgulamak için? Bunun benim için de çok açık olmadığı ortada… Cevabı bilseydim zaten başka cümlelerle başlardım romanıma…
Evet, bir roman böyle başlamamalı. Şimdi masalsı bir giriş yapmalıydım oysa ki, kendim de dahil herkesi bir yalana inandırmalıydım. Anlatacaklarım ancak sizi kandırabilecek büyülülükte ve aynı oranda gerçeklikte birleşmeliydi ki bana inanabilesiniz ve yahut kanabilesiniz. Oysa ki anlatmak istediğim şey ne büyülü ne de gerçek. Bu kitabı elinize aldığınızda ne tür beklentileriniz olduğunu bir zamanların azılı bir okuyucusu olarak ben de biliyorum; ama daha ilk sayfadan uyarıyorum sizi, size kendi öykümden fazlasını vaad etmiyorum.
Haliyle kendimi de kandıramam. Öyküyü en başından anlatmak hiçbirimizin şu an durduğu noktayı açıklamayacağından hiç kimsenin ummadığı (ve üzerinde durmadığı )bir andan başlayacağım anlatmaya… Bir otobüsün arka koltuğundan… En arkadan değil de yeterince arka sayılabilecek koltukların birinden; ömrümün çok da uzun sürmeyeceğini bir anda fark ettiğim koltuktan, kendimi pencereye yaslanmış, saçları ağarmaya başlamış, her daim asık suratlı bir genç kızken; yine bir pencere önünde tamamen bembeyaz saçlı oldukça tuhaf yaşlı bir kadın olarak bir türlü göremediğim o yansımadan; belki de yanılsamadan… Arkası kimbilir ne zaman…
O gün o koltukta ömrümün çok da uzun olmayacağına karar vermiştim.